Röportaj ve fotoğraflar: Elif Kahveci

Fotoğrafların tamamına buradan erişebilirsiniz.

İstanbul Bilgi Üniversitesi Görsel İletişim Tasarımı Bölümü’nden (VCD) mezun oldun. Birçok farklı alanı kapsayan bu bölümde okurken tasarım anlayışın nasıl gelişti? Farklı alanlardan nasıl beslendiğini düşünüyorsun?

Hep farklı materyallere ve alanlara ilgi gösteren, merak eden, öğrenmek istediği şeyi bularak ona odaklanan bir çocuk oldum. Terakki’deki öğrenciliğimde, en az dersler kadar (belki de daha çok!) plastik sanatlarla, müzikle, fotoğrafla, edebiyatla ve fizik projeleriyle uğraştım. Lisedeyken tüm bu alanların verimli şekilde bir araya gelebilmesine ihtimal vermesem de o yıllarda yeni yeni duymaya başladığımız “çokdisiplinliliğin” potansiyelini üniversitenin hemen başlarında görmeye başladım.

Benim için Bilgi VCD, görsel iletişime dair birçok branşı tanıyabileceğim ve hepsini birlikte kullanabileceğim bir tasarım bölümü oldu. Okul, birden çok alana merakınız varsa fakülteler arasında zıplayabileceğiniz bir oyun alanına dönüşebiliyor. Ülkedeki çoğu tasarım bölümünün kâğıt üzerine kurşun kalem ile öğrenci aldığı bir sistemin içerisinde harika bir deneysellik sundu o ortam bana. Bu deneysellik, hem sanatsal hem de ticari işlerim için iyi bir kavramsal düşünce sistemi kurmamı sağladı. Bir yandan da hangi alanlarda iyi olduğumu ve ne tip işlerden keyif aldığımı hissettirerek kendimi tanımama ve profesyonel bir kişilik oluşturmama yardımcı oldu. Bazı durumlarda üçüncü bir çift gözün bakışını isteriz veya konu hakkında hiçbir fikri olmayan birinin görüşüne ihtiyaç duyarız, değil mi? Bunun sebebi, o kişinin kendi öğrenimlerimizden bağımsız söylemler üreteceğini bilmemizdir. Birbirinden farklı alanlardan beslenmek hem kendi içimde farklı bakış açıları barındırmamı hem de farklı insanlara karşı çeşitli duyargalar açmamı sağlıyor. Sanatsal bir işi teknik yönden okumak ve grafik bir işe geometrik taraftan bakmak gibi pratiklerle yaptığım işlerin “sağlamasını alabildiğimi” hissediyorum.

Bitirme projen Balta, makas, çekiç’in kitabıyla border_less ARTBOOK DAYS’e ve FLAT – Fiera Libro Arte Torino’ya katıldın. Kitabın hikâyesini anlatır mısın?

Balta, makas, çekiç, Anadolu kültüründen silinmekte olan üç el aletiyle ilgili bir tasarım araştırması. El aletlerini üretim ile bağdaştırdığım, genel olarak kültürel dokümantasyona önem verdiğim ve bu aletlerin tekrar iletişime açılabilmesini hedeflediğim için projeyi kitap hâline getirdim ve yayımladım. Hedefim bu aletleri bir kültürel değer olarak çerçeve içine alabilmekti. Kitabın okuyucusuna böyle bir alet olduğunu, bu aletin işlevini, biçimsel özelliklerini anlatıyor, transparan sayfalarla arasındaki farkları aktarıyorum. Her bir aletin yapısal ortalamasıyla bir tipoloji oluşturuyor ve bu tipolojik tasarımın üç boyutlu modellerini indirilebilir içerik olarak sunuyorum.

Kitabın içinde, ana materyal olarak odağına aldığın el aletlerinin arkeolojik illüstrasyonları da bulunuyor. Fotoğraf çekmek yerine bu tekniği seçmenin sebebi nedir?

Fotoğraf kullansam işim çok daha kolay olurdu! Araştırma sürecimdeki her aletin fotoğraflarını çektim tabii, ama bu fotoğrafları sadece referans için kullandım. Bu kitapla aylarca uğraşmamın sebeplerinden biri de bu illüstrasyonlar, ama değdi. İllüstrasyon oldukları ilk bakışta anlaşılmıyor, noktalama veya benekleme denilen bir teknik bu. Bu teknikte çok ince uçlu bir kalemle hafif noktalar bırakarak lekeler oluşturuluyor. En başından beri bu tekniğin doğru olduğunu hissettiysem de, kesin kararımı arkeolojik illüstrasyonlarla tanıştığımda verdim. Yoğun detay aktarımı gerektiren belgeleme illüstrasyonları için uzunca bir dönem bu teknik tercih ediliyordu. Birçok illüstratör nokta vuruşlu bir yazıcı gibi yıllarca çalışmış olmalı! Bu aletlerin yapısını, bir teknik çizim gibi aktarabilmeli ve dövülmüş çeliğin dokusunu hissettirebilmeliydim.

İşin ortalarında fark ettiğim romantik bir yanı da oldu. Bir illüstrasyonu ortalama 7-8 saatte tamamlayabiliyordum. Bu süre de modern ekipmanlar öncesindeki bir sıcak demir ustasının bir baltayı dövdüğü süreyle hemen hemen aynıydı. Harcadığım bu zaman, projeme aktardığım bu ürünlerin asıl sahiplerine saygımı sunduğumu da hissettiriyor.

El aletleri neden ilgini çekiyor? Seni Anadolu baltasının peşine düşüren kişisel motivasyon nedir?

El aletlerinin hem el sanatları hem de insan anatomisiyle ilişkisi ilgimi çekiyor. Her el aletinin, kullanıldıkları zanaat ile sıkı bir ilişkisi var. Bir yandan da tasarımları ve materyalleri teknolojiden pek az etkileniyor. Eski çağlarda kullanılmış bir çekiç de, şu an gidip satın alabileceğiniz bir çekiç de aynı “insan eli” için tasarlandı. Ve elin biçimi değişmediği sürece bu aletlerin temel biçimleri de kolay kolay değişmeyecek. Bu beni etkiliyor.

Başlangıç hikâyesi ise oldukça kişisel ve tam bir saplantı projesinin temeli aslında. Neredeyse bir yıl boyunca gündemimde olacak bu projenin konusunu seçmek için arayıştayken, kısa aralıklarla iki karşılaşma yaşadım. İlki ilham almak için sıkça gittiğim anneannemin evindeydi. Yıllar boyu altını üstüne getirdiğim bu evde karşıma daha önce görmediğim ufak bir balta çıktı. Alışkın olduğumdan daha farklı bir biçime sahip olması ilgimi çekti. Hemen ardından okuldan arkadaşlarıma çıktığım bir Trakya seyahatinde bu biçimdeki baltalar dikkatimi çekmeye başladı. Seyahatin sonlarında arkadaşlarımdan birinin nalbantlık yapmış dedesine ait aletleri bana hediye etmesiyle proje konum kesinleşmişti.

Her coğrafyanın farklı el aleti biçimlerini ortaya çıkardığını biliyordum, Anadolu’nun da kendi aletleri vardı. Konu hakkında yapılmış hiçbir çalışma bulamadım ve ilkini yapmaya başladım. Gezdim, ustalardan ve müzelerden örnekler aldım, insanlarla konuştum, illüstrasyonlar ve üç boyutlu modeller hazırladım. Sadece üç alet için bile olsa bir tipoloji ve isimlendirme çalışmasının başlangıcı oldu. Kitabı bir ISBN numarası ile yayımlayarak Anadolu baltası, Anadolu eğri uçlu halı makası ve Anadolu nallama çekici isimlerini literatüre kazandırabilmek istedim. Böylece (kaybolsalar bile) isimleriyle hatırlanabileceklerdi. Kasım ayında Torino’da düzenlenen Uluslararası Sanat Kitapları Fuarı için hazırladığım İngilizce edisyon ile bu hedefe biraz daha yaklaştığımı hissediyorum.

Seri üretim çılgınlığının ardından maker kültürü dünyada gittikçe yaygınlaşıyor. İkinci sanayi devrimi denilen üretim araçlarına kolay erişimin sağlanmasıyla “üretimin demokratikleşmesi” durumunu nasıl değerlendiriyorsun? Kendini maker olarak tanımlar mısın?

Eskiden sadece ciddi üretim tesislerinde uygulanabilen bazı üretim teknikleri artık küçük işletmelere ve evlere girebiliyor. Lazer kesim, üç boyutlu baskı ve çeşitli dijital üretim yöntemleri gibi. Üretmek isteyenler için bolca seçenek var, son birkaç yılda da bu duruma iyice alıştık. Bu konuda Türkiye’yi özel bir yerde görüyorum. Teknolojiye çok hızlı adapte olan bir ülke olmamızın yanında, yardım etmeye açık bir kültürümüz var. Ailelerimizin anlattığı o mahalle marangozlarını, Karaköy’deki kafelerin arasına sıkışmış ve tasarım öğrencilerine sabırla yardım eden tornacıları bilirsin. Bir üretim yaparken, hiçbir ustanın ve hatta büyükçe işletmenin beni geri çevirdiğini hatırlamıyorum. Avrupalı bir metal işleme atölyesi sizin birkaç parçalık işinizi yapmak için binlerce parçalık üretimini durdurmaz. Oysa burası meraklı insanlara sahip bir ülke ve burada üretim her zaman demokratikti! Önemli olan ürettiğin şeyin devamlılığını sağlamak ve markalaştırmak.

Evet, kendimi bir maker olarak tanımlayabilirim. Farklı malzemeler ve üretim yöntemleri beni heyecanlandırıyor. Yapmak istediğim her şeyin mümkün olduğunu hissediyorum ve bu benim için yeterli.

Malzemeyle kurduğun ilişkiyi ve bunun tasarım anlayışına yansımasını anlatır mısın? Daha çok hangi malzemeleri, neden kullanmayı tercih ediyorsun?

Çocukken (belki de hâlâ öyle) en sevdiğim televizyon içeriği Discovery Channel’ın How It’s Made (Nasıl Yapılır) programıydı. Günlük objelerin nasıl üretildiğini görmek, bana tasarımla mühendislik arasındaki ilişkiyi tanıttı. Annem de bir yandan sürekli daha da çok merak etmemi sağlayacak yeni materyaller ve kitaplar bulurdu. O yıllardan beri önüme gelen çoğu objenin nasıl üretildiğini tahmin etmeye çalışır ve geçmişini merak ederim. Bu pratik, ilgilendiğim her alana yansıdı.

Baskı işleri yapmaya başladığımda matbaaların nasıl çalıştığını ve kâğıtların nasıl üretildiğini araştırdım. Bisikletlerle ilgilenmeye başladığımda eski bisikletler alıp restore ettim. Tümevarımcı davranmak ve çalıştığım konunun ters mühendisliğini yapmak, öğrenmekte olduğunuz bir dilin gramerini kavramaya benziyor. Bir heykel için dönen bir mekanizma mı üretmem gerekli? Plakçalarları inceleyebilirim. Veya tekstil sektöründen bir şirkete marka kimliği hizmeti mi veriyorum? Ürünlerini nasıl ürettiklerini görmeliyim.

Malzeme konusu, yaptığım işe ve döneme göre değişiyor. Ama 1980’lerin hi-fi sistemlerinin estetiğini çok sevdiğimi söyleyebilirim. Fırçalanmış alüminyum, saydam parçalar ve biraz ışık… Gerçi bu sıralar bolca baskı işiyle uğraştığım için kâğıtların içine gömülü durumdayım!

Tasarımlarında baskı teknikleri de ön plana çıkıyor. Analog üretimlerden hoşlandığını gözlemleyebiliyoruz. Bazı üretimlerindeki kusurlu görünümün yarattığı estetiğin altında yatan düşünceyi senden dinlemek isterim.

Baskı yöntemleri ilk ilgi odaklarımdan biri. Küçükken ailemle sıkça yaptığımız müze gezintilerinden birinde gravürlerden çok etkilendiğimi ve eve döner dönmez o ince çizgileri taklit ederek gravür benzeri şeyler çizmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Daha sonra makineli baskı teknikleri ilgimi çekmeye başladı. Henüz lise üçüncü sınıftayken, yakın arkadaşım Kaan İşcan’la yaptığımız ilk serginin davetiyeleri ofset baskı olsun diye tutturmuştum mesela. Tek derdim ofset tekniğini görmek için bahane üretmekti.

Üniversitede nispeten dijital bir eğitim aldığımız için serigrafi gibi geleneksel yöntemlerle uğraşamadım. Küçük bir alanda çalışmak beni “ortalığı daha az kirleten” tekniklerle denemeler yapmaya itti. Lazer ile linolyum tabakaları işlemek ve kaşe silikonları ile küçük baskı kalıpları yapmak gibi. Bahsettiğin “kusurlu görünüm” de hep istediğim etkilerden biri oldu. Eski kartpostallar ve ambalajlar bana hep ilham verdi. Zamanının imkânlarıyla yapılan o baskılarda genelde renkler kayar ve bulaşmalar olur. Bir kez dikkat edersen hep fark edebileceğin bir şey bu. İşte o “hatalar”, benim için her bir baskıyı özgünleştiriyor. İnsan eli değdiğini hissedebiliyorsun. Daha sonra Japon Wabi-Sabi felsefesi ile de tanıştım ve bazı baskıların kusurlarını sahiplenmeye başladım. Bir süredir topladığım kuruyemişçi kese kâğıtlarından esinlenerek yaptığım güncel bir baskı işinde de bunu hissetmek mümkün.

Kişisel projelerinin yanında ticari işler de yapıyorsun. Tasarım ve sanat üretimlerini, ticari ve kişisel olarak ayırırken nasıl bir denge kuruyorsun? Seni zorlayan etkenler neler?

Hayatımda yaptığım her şey kişisel proje veya merak, tutku projesi olarak başladı. Bunların bir kısmı ise profesyonel hayatımla birleşerek işe dönüştü ve kişisel projelerim ile ticari işlerim arasında hiç bitmeyen sıkı bir alışverişe yol açtı. Son üç yıldır kendi stüdyom üzerinden görsel iletişim tasarımı ve danışmanlık hizmeti veriyorum. Marka kimliği, ürün, baskı işleri ve grafik tasarım arasında gidip gelen projeler yapıyorum. Marka kimlikleri de birçok farklı uygulamayı içerisinde barındırdığı için çalışma isteğimi yukarda tutan bir branş. Bu projeler genellikle uzun vadeli hedefler ve sürdürülebilirlik etrafında şekilleniyor. Diğer yandan farklı mekânlarla ve etkinliklerle çalışıp enstalasyonlar yapıyorum.

Temel iş dinamikleri bazen benzer, bazen bambaşka olabiliyor. Görsel iletişim tarafında zor olan kısım, yaratıcı endüstrilerin genel tanınırlığının düşük oluşu. Tasarım, ciddi bir arka plan, iletişim, zaman ve düşünce eforu gerektiriyor. Bu nedenle bazı projelerde işin teorisini sabırla anlatıyorum. Benim için tasarım, binlerce küçük kararın ciddi temeller ve algı teorileriyle hızla şekillenerek geçici bir sonuca ulaştığı, sürekli yaşayan bir iş. Biri çıkıp “Şurası kırmızı değil, yeşil olsun,” dediğinde bunun açıklamasını yapmak zorunda kalabiliyorsunuz. Mimar olup bu tip durumlarda “Olmaz, statiği bozulur,” demeyi çok isterdim!

Digilogue ve British Council ile Zorlu PSM’de gerçekleştirilen konuk sanatçı programında dört sanatçıyla birlikte No. 8 enstalasyonunu yaptın. Fenakistiskop: Istanbul ve Taumatrop: Loop isimli kinetik heykellerini de Gaia Gallery’deki İllüzyonoskop sergisinde, ardından da Sónar Istanbul’da gördük. Bize bu işleri anlatır mısın? Kinetik heykellere ilgin nasıl başladı ve nereye gidiyor?

No. 8 çok keyifli bir projeydi. AltCity Istanbul programında 12 sanatçıyla bir araya geldik, iki haftalık bir sürede bağımsız üretimler yaptık. No. 8, bu program kapsamında dört farklı sanatçıyla birlikte çalıştığımız bir kinetik ses enstalasyonu. Grafik notasyondan uyarlanmış bir kod diziniyle belirlenmiş hareketler yapan sekiz adet motorize platform ve bu hareketli platformlardan ses alarak içerisinde bulunduğu odaya geri veren bir ses düzenimiz vardı. Platformların içerisinde de Zorlu PSM çevresinden topladığımız cam kırıkları, taş parçaları gibi buluntu İstanbul objeleri sağa sola yuvarlanıyorlardı. Kaotik bir İstanbul sesi deneyimiydi.

Fenakistiskop ve Taumatrop ise, optik illüzyon prensiplerinden yararlanan ve üretimine Deniz Derbent ile başladığımız bir “analog ekran” serisi. Fenakistiskop, sahip olduğu diskteki 12 animasyon karesini hareket ve ışıkla senkronize ederek hareketli görüntüye çeviren bir kinetik heykel. Taumatrop da benzer şekilde iki adımlı animasyon üreten tamamen analog bir makine. Bu işlerin en önemli özellikleri ise medyaları sürekli güncellenen birer medya oynatıcı olmaları. İki işin de diskleri, yani animasyonları ve hikâyeleri sergiden sergiye değişebiliyor. Bu işleri betimlemek zor, imajları ve videolarına mutlaka göz atmanızı isterim. Bu tip üretimlere ilgi duymamın sebebi de tam bir disiplin birlikteliği içermesi. Medya sanatları hem imalat, elektronik, optik ve fizik gibi alanların hem de farklı branşlardan insanların birlikteliğini gerektiriyor. Ve tüm bunların birlikteliğiyle farklı hikâyeler anlatan enteresan makineler yapabiliyorsunuz!

Hâlihazırda üzerinde çalıştığın veya gelecek projelerin hakkında konuşmak ister misin?

Önümüzdeki aylar için iki sergi hazırlığım var. Bunun dışında 2020 başı için hazırladığım bir ürün serisinin üzerinde çalışıyorum. İstanbul Bienali Çalışma ve Araştırma Programı’nın konuk sanatçılarından biriyim. Bahara dek İKSV’de 14 sanatçıyla birlikte çalışmaya devam edeceğiz. Bunların yanı sıra birçok görsel iletişim tasarımı projesi de tabii ki masamda olmaya devam edecek.

Ufuk Barış Mutlu'nun kişisel web sitesine buradan, Instagram hesabına da buradan erişebilirsiniz.

Yukarı