Röportaj ve fotoğraflar: Elif Kahveci
Fotoğrafların tamamına buradan erişebilirsiniz.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nde aldığın lisans eğitiminin ardından Londra’da Florya plajı ve Türkiye’de modernleşme üzerine yazdığın tezle yüksek lisansını tamamladın. Bize biraz tezinden bahseder misin?
Tezimde cumhuriyetin ilanından sonraki modernleşme sürecinin bir parçası olarak Florya Plajı’nı ele almıştım. Toplumun değiştirilmesine yönelik adımların atıldığı dönemlerde bu görüşle paralel şekillenmiş gibi görünen Florya Plajı’nı, döneme ait medya görsellerini ve eBay’den bulduğum aile fotoğraflarını kullanarak incelemeye çalıştım. Yani araştırmanın materyal kültürden beslendiğini ve plajın medyada yer alan temsilleriyle gündelik kullanımı arasındaki gerilime odaklandığını söyleyebilirim. Mesela bir modernist mimari örneği olarak Atatürk’ün yazlık köşkünün orada bulunması plajla özdeşleştirilen sembolizmi güçlendiriyordu. Plajda 1950’li yıllara kadar gazino, yazlık konutlar gibi yapılarla devam eden inşai faaliyetleri 1930-1950 yılları arasında devlet politikalarının da etkisiyle değişen gündelik hayat ve serbest zaman (leisure) ile ilişkilendirmiştim. Yine de tezimi şimdi yazsaydım bu konuyu biraz daha farklı ele alabilirdim sanırım. Toplumsal değişim bu derece kontrol edilebilir ve doğrudan şekillendirilebilir bir şey mi, emin değilim.
Frankfurt hakkında yazdığın makalede kent imgesinden söz ediyorsun. Bir kentin imgesi sence nedir? Nasıl oluşur?
Kentin imgesi sermaye ve politikayla çok bağlantılı. Güncel durumda kentler birtakım anahtar kelimelerle beraber anılabiliyor, inşai ve turistik faaliyetler bu kelimelerle ilişkili oluyor. Oluşturulan imaj ile o kent adeta pazarlanmaya başlıyor, finans şehri, gastronomi şehri gibi… Halbuki herhangi bir yerde biraz uzun kalmaya başladıkça, oraya gitmeden önce zihninizde oluşmuş imgesinden çok daha farklı yönlerini keşfedebiliyorsunuz. Bu imge oluşumu konusunda günümüzde medyanın önemli bir rolü var, çünkü bu ortamdaki görseller Instagram gibi mobil uygulamalar sayesinde eskisinden de kolay erişilebilir durumda. Zihnimizdeki imgeyi meşrulaştırabilmek adına o yere gitmek ve “deneyimlemek”, özellikle fotoğraflamak ve dolaşıma sokmak neredeyse bir fetiş gibi. Mesela zihindeki imgeyi yakalayabilmek adına bir yapıyı fotoğraflamak ve bunu hep aynı açıdan yapmak eğilimi var. Bir yandan da tekil ve görkemli yapıların ziyaret edilmesi üzerinden tanımlanabilecek turistik deneyim bugün biraz farklılaştı. Turist olmak neredeyse hor görülen bir şey. “Gerçek” bir gezgin olmak için “yerel gibi olmak”, orada yaşayanların gittikleri yerlere gitmek, turistlerden ve turistik yerlerden uzak durmak gerekiyor gibi bir fikirle hareket ediliyor çoğu zaman.

Kent imgesi kent için nasıl bir dönüşüme ön ayak oluyor? Kentin imgesinden ayrışarak onu tanımanın yolları ne olabilir?
Mesela “star mimarlığı” bu dönüşümün en büyük araçlarından biri. Bilbao ve Guggenheim Müzesi ilişkisi, mimarlık literatürü içerisinde bu durum için çok sık verilen bir örnek. Bir yere ‘landmark’ bir yapı yapıldığında, o yapı oraya turistik ve dönüştürücü bir değer kazandırması (ya da kazandırmaması) üzerinden tartışılıyor. Bu süreçlerde kent, inşa edilen binanın imgesi ile bağlantılı bir biçimde pazarlanmaya başlıyor. ‘Star’ mimarların ‘signature’ binaları bağlamıyla her zaman barışçıl ve uzlaşmacı bir ilişki içerisinde olmayabiliyor. Bu noktada bir yere gidince zihnimizdeki o imgeden sıyrılarak oraya eleştirel bakabilmeyi ve o yeri kendi zamanında, yürüyerek, planlamadan, keşfederek algılamayı değerli buluyorum. Yani 1970’lerde Sitüasyonistler tarafından geliştirilmiş dérive teorisinde olduğu gibi kendini kente bırakmak ve bir rota veya hedef belirlemeden “aylaklık” yaparak etrafta dolaşmak, rastlantılar aracılığıyla kenti, bu esnada belki biraz da kendini keşfetmek, kentle daha öznel bir bağ kurmayı kolaylaştırıyor.
Brick Lane, Londra’da yaptığın araştırmayı senden dinleyebilir miyiz?
Brick Lane, Londra’nın doğusunda yer alan ve şu anda restoranlar, gece kulüpleri ve graffitili sokaklarıyla turistlerin de sık sık uğradığı bir semt. Özellikle bölgede yoğun olarak yaşayan Bangladeşlilerin ve diğer etnik grupların burada bulunmalarıyla biriken “kültürel sermaye” Londra yerel yönetimi tarafından değerlendirilmiş, kentin bu bölümü 2000’li yıllardan beri rant elde edilebilir biçimde dönüştürülmüş. Brick Lane’de bu yöndeki kentsel kararlar doğrultusunda yıllar içerisinde bir sürü restoran, dükkân, yemek pazarı, festival gibi serbest zaman mekânlarının oluşmasının önü açılmış. Bu değişim sonucunda hâlihazırdaki pratiklerin metalaştırılarak bir tüketim aracı hâline geldiğini gördüm, araştırma kapsamında benim ilgimi çeken de bu süreç oldu. Sonuçta burada yaşayan topluluğun “kültürü” ancak kapitalizmin tanımladığı şartlar altında bir görünürlük kazanıyor. O mahallelere gidip dükkânlarından alışveriş yapmak, etkinliklere katılmak ve yerel yemeklerinden yemek turistik bir aktiviteye dönüşüyor.

Kültürel sermaye üzerinden yapılan soylulaştırma projelerine İstanbul’da da rastlıyor muyuz?
Birebir Brick Lane gibi bir örnek olmasalar da aklıma Karaköy, Bomonti ve Kadıköy-Moda geliyor. Bu semtler konutların yoğun olduğu bölgelerken, içlerinde tüketim odaklı birçok kafe, dükkân, pazar ve türevi yerler açıldı. Yeldeğirmeni’nde Brick Lane örneğine benzer bir “canlandırma hamlesi” olarak sokak sanatının yaygınlaştırılması da söz konusu oldu örneğin. Mahallelerin ve mahallelinin değişimi kaçınılmaz gibi görünüyor olabilir, ama aslında yerel yönetimlerin bunları engellemek, düzenlemek veya olumlu yönde gerçekleştirmek konusunda yetkisi ve gücü var.
Akademide kalmaya nasıl karar verdin?
Öğrenmeyi ve araştırmayı çok seviyorum. Akademi bunları yaratıcı biçimlerde yapmak, yapanlarla karşılaşmak ya da en azından düşünmek için bir ortam yaratabiliyor. Bir yandan da okuldan mezun olduktan sonra çalışma koşullarının, genç emeğin ofis ortamındaki konumunun ve bir ofis çalışanı olarak üretilenin beklediğimden çok farklı olduğunu anladım. Akademik çalışma yapmak bu sistemin dışında da bir şeyler üretebilmeye olanak sağlıyor diye düşünüyorum. Fakat pratik ve akademik çalışma birbirinden apayrı üretimler de değil bence. Eleştirel düşünme her türlü üretimin bir parçası olmalı, mesela mimarlık ofislerinin araştırma bölümleri olabilse ya da akademinin çoğunluğu pratik içinde aktif olabilse üretilenler de olumlu yönde değişebilir. Bu “pratik” sadece yapı tasarlamak ve inşa etmek olmak zorunda da değil bence, bir kitap tasarımı da olabilir örneğin.

Bu aralar üzerinde düşündüğün veya çalıştığın neler var? Neler okuyorsun?
Bu aralar İTÜ’de yaptığım doktora için tez çalışmamın taslağını oluşturmaya uğraşıyorum. Çok kabaca seyahat etmek ve mimarlık ilişkisi üzerine şekillenmekte olduğunu söyleyebilirim. Bunun için rehberlere ve Urry, MacCannell, McLaren, Lasansky gibi araştırmacıların çalışmalarına epey baktım. Onun dışında aklımda ufak birkaç proje daha var ama henüz hayata geçirmedim.
En çok yapmak istediğim iki projeden biri Kuzey Kıbrıs’ta bir çeşit yerel gastronomi haritası üretmek. Bu, Mekânda Adalet Derneği’nin yayını beyond.istanbul’un gıda sayısı ve Slow Food Devrimi’ni okurken biraz zihnimde şekillenmeye başladı. Diğeri ise Bağdat Caddesi ve çevresinde gerçekleşen yıkım ve kentsel dönüşüm sürecini eskiz gibi mimari temsil araçlarıyla irdelemeyi deneyecek bir araştırma.
Kingsland High Street’te Türkiyeli göçmen esnafla yaptığın projeyi anlatır mısın?
Kingsland High Street projesinin bir versiyonunu yüksek lisans eğitimim sırasında Jane Rendell’ın verdiği bir ders için üretmiştim. Proje, Rendell’ın kuramsallaştırdığı ‘site-writing’ kavramı çerçevesinde yer alıyordu. Bu kavram, mekânsal ilişkileri tanımlamak ya da onları keşfetmek üzere yerler ve özneler arasındaki ilişkilerden faydalanarak, öznellik, yazım ve yere-özgülük gibi kavramların yeniden düşünülmesi ve böylece bir “yeri” (site) üretmek (yani yazmak, writing) olarak tanımlanabilir. Kendi çalışmamda Türkiyeli ve Afrikalı göçmenlerin yaşadığı Hackney’de yer alan ve Türkiyelilerin işlettiği dükkânların bulunduğu Kingsland High Street’le uğraştım. Burada dükkân sahipleri ya da çalışanlarıyla Londra’da Türkiyeli olmak, çalışma koşulları, politika, bir dükkân sahibi veya vatandaş olarak Londra’da var olmak için geliştirdikleri taktikler ve toplumsal cinsiyet rolleri gibi konular üzerine konuştuk. Sonuçta ortaya bir çizim-kolaj-yazı bütünü çıktı. Projenin çizim kısmını çok seviyorum, çünkü tam anlamıyla cepheyi oluşturuyor gibi hissediyorum. Dükkândaki Türkiyelilerle konuşmadan önce caddede bulunan her bir binayı belgelemiştim. Çizime baktığımızda hakkında pek bir şey bilmediğimiz dükkânlara bir giriş yapıyoruz, araştırmanın esas konusu (göçmenlik, vatandaşlık, milliyetçilik, öznellik gibi konular) ise caddenin iki cephesi arasında kalan “mekânda”, söyleşilerden alınan alıntılar ve çizime eşlik eden yazı üzerinden derinleşiyor.