Tuğçe Karataş

Emelie Röndahl, İsveç’in Göteborg şehrinde yaşayıp üreten bir dokuma sanatçısı. İskandinavya’ya özgü bir dokuma tekniği olan, Gördes düğümü ya da Türk düğümü olarak da bilinen rya ile çalışıyor. Röndahl, Okullar Okulu'nun bir parçası olarak kurduğu, Facebook üzerinden işleyen çevrimiçi bir rya okulu sayesinde dokumacılıkla ilgili her seviyeden insanı bir araya getirdi. Zamanı Google’da Durduran Dokumacılık projesinin katılımcılarından istenen, “textile, labour, Turkey” (tekstil, emek, Türkiye) sözcükleriyle bir Google araması yapmaları, çıkan ilk görseli kullanarak bir kilim dokumalarıydı. Katılımcılar, çevrimiçi platform aracılığıyla birbirlerinden öğrenerek geliştirdikleri projelerin çıktılarını 4. İstanbul Tasarım Bienali’nde sergilenmek üzere hazırladı. Röndahl ile bienal için geliştirdiği proje, zanaatla olan ilişkisi ve çevrimiçi bir topluluğu yönetmenin zorlukları hakkında konuştuk.

Tuğçe Karataş: Zanaat ve tasarımla olan ilişkin nedir? Bu ikisini birbiriyle nasıl ilişkilendirirsin?

Emelie Röndahl: Ben zanaat alanında, daha spesifik olmak gerekirse tekstil sanatı alanında eğitim aldım. Kişisel olarak sanat, tasarım ya da zanaat ayrımı beni pek de etkilemiyor, çünkü her zaman tekstil bakış açısına odaklanarak ilerliyorum. İsveç’te mezun olduğum HDK (Göteburg Üniversitesi Tasarım ve Zanaat Okulu) öncesinde geleneksel dokumacılık kursları aldım, neredeyse son beş senedir de sadece rya ile çalışıyordum. Bu yüzden hem kilim dokumanın Orta Avrupa perspektifinden gelen zengin tarihine yakınlığım hem de İskandinavya’daki geleneksel dokumacılığa karşı ilgim artmaya başladı. Başkaları genellikle beni zanaat alanında konumlandırabilirler, bu da benim için bir sorun teşkil etmiyor. Ben zanaatı hem bir disiplin hem de bir faaliyet olarak gördüğüm için, son ürün göz önüne alındığında harcadığınız zaman ve becerinin eşit derecede önemli olduğunu düşünüyorum.

Ben kendime dokuma sanatçısı diyorum. Öte yandan bir yandan da zanaat alanında sanatsal araştırmaya odaklandığım doktorama devam ettiğim için, bir pozisyon almak ya da tasarım ile zanaatı karşı karşıya getiren tartışmalarla karşı karşıya kalmak benim için daha karmaşık bir hâl alıyor. Zanaatın güçlü noktası, bu çağdan olmayan bir kaliteye ve geleneklerle olan bağlantılara sahipken aynı zamanda yeni ve güncel keşiflere de açık olması. Örneğin bu projede internet ortamından pikselleri indirdik ve bunları dokuma kumaşına dönüştürdük, bunun yolu da hepimizin dokuma sürecimizi internet ortamında birbirimizle paylaşmamızdı. “Piksel olarak düşünme”, dokumanın temelini oluşturuyordu.

Tasarım, zanaat ve sanat arasındaki farklılıkları ve benzerlikleri tanımlayan prensipler tarihsel, bölgesel ve kültürel olarak birtakım değişimler gösteriyor. Bugün görünen o ki, birçok kişi hem sahip olmak hem de deneyimlemek anlamında “zaman”ın özlemini çekiyor. Bu özlem, istediğini yapabilmek için zamanının olması ayrıcalığıyla alakalı. Dokuma yaparken de geçen zaman görselleştirilebildiği için kolayca yakınlık kurabiliyoruz. Sonuçta herkesin tekstille bağlantılı kişisel bir hatırası mutlaka oluyor.

TK: Projeni 4. İstanbul Tasarım Bienali'nin bu yılki teması Okullar Okulu ile nasıl ilişkilendiriyorsun?

ER: Çevrimiçi rya dokuma okulu, bütün süreçlerin sosyal medyada, hatta çoğunlukla Facebook grup sayfasında paylaşıldığı bir formatta ilerliyor. Bu platform özel bir dokuma tekniğiyle ilgili bilgilerin paylaşıldığı bir yer olarak işliyor, ama aldığım olumlu geri dönüşlerden de anladığım kadarıyla dokuma alanında çalışanlar uzun süredir bu tarz bir toplu çalışmanın eksikliğini duyuyor. Ben zamanımın büyük bir kısmını dokuma tezgâhında tek başıma geçiriyorum, kilim bittiğinde belki bir sergide gösterme şansım oluyor ve böylece başka insanlarla tanışıyorum. Burada ise çok daha erken safhalarda tanışıp birbirimizin gelişmelerine ve stratejilerine tanıklık ediyor, süreçlerimize yön verebiliyoruz.

Ayrıca tüm katılımcıların eğitim ve deneyim seviyeleri farklılık gösteriyor, yeni öğrenenler ile yıllardır bu alanda çalışan deneyimli kişilerin bir arada olması oldukça önemli. Bazıları başka işlerde çalışıyor ve sadece boş zamanlarında dokuma ile ilgileniyor, diğerleri ise akademisyenler, profesyonel sanatçılar ya da tasarımcılar. Biz her zaman sürece odaklanıyoruz, ama tabii ortak amacımız bitirilmiş işler.

TK: 4. İstanbul Tasarım Bienali süreç odaklı bir yaklaşımla gerçekleşiyor. Bu perspektifle ele alırsak senin projen nasıl doğdu? Nasıl gelişiyor?

ER: Bu proje benim kendi sanatsal yöntemimle alakalı oldukça basit bir fikirden doğdu, daha önce işlerimi bir grup ile paylaşmayı hiç denememiştim. Projenin ana hatlarını, ortak amacını ve paylaşım yöntemlerini ben tasarladım. Başlangıçta Facebook grubunu da ben yönettim. Zamanla, proje ilerledikçe insanlar benden bağımsız birbirlerine yardım etmeye, birbirleriyle konuşmaya ve paylaşımlarda bulunmaya başladılar. Başından beri sergi gibi bir nihai hedefin olmasının motivasyon için önemli olduğunu biliyordum. Bienalde bir araya gelmek de projenin ödülü gibi bir şeydi.

TK: Projen bienal bittikten sonra da devam edecek mi? Bu projeyle geleceğe nasıl bir söylem bırakmayı hedefliyorsun?

ER: Sonbahar aylarında Sırbistan’ın Belgrad kentinde bir misafir sanatçı programına davetliyim. Orada bu proje sayesinde tanıştığımız, biri Sırbistan’dan biri de Makedonya’dan gelen iki dokumacı ile birlikte çalışacağım. Ayrıca İsveç’in Malmö kentinde projenin süreçlerini anlatacağım bir atölye ve sergi hazırlıyorum.

TK: Tasarım eğitiminin şu anki durumu hakkında kısaca bir değerlendirme yapabilir misin?

ER: Bence bir alanda özelleşmekten korkmamamız gerekiyor. Beceri ve zanaatkârlığın ne olduğuna dair bazı temel varsayımları tekrar değerlendirmeye alırsak bu bilgi birikimini toplumun başka kesimlerine de aktarabiliriz. Zanaat ve tasarımın başlı başına gerekli olmadığını söylemeye çalışmıyorum, sadece zanaat yapma eylemine farklı bir bakışla yaklaştığımız zaman onu bir teoriden ziyade bir model olarak ele alabileceğimizi ve toplumun diğer kesimlerine de katkı sağlayacak bir değer olarak ilerletebileceğimizi düşünüyorum. Örneğin bence bilgisayarda kod yazmakla dokumayı birleştirmek bunun çok başarılı bir örneği.

Disiplinlerin içerisindeki güç dengelerini ve diğer bilgi birikimleri çeşitlerini düşündüğümde ise durum biraz daha farklı. Üstü kapalı bir şekilde söylenen ya da hissettirilen bilgi birikimi akademi içerisindeki zanaat yapma alanında tanınırlığa kavuşmalı, bu tür bir bilginin üzerine çok fazla ağır teorik ekleme yapmaya gerek kalmaksızın olduğu gibi kabul görmesine fırsat verilmeli. Felsefe üzerine yazılmış İsveççe bir kitapta yer alan şu soruyu çok severim: “Eğer pratik öylece oturup teoriden kurtarılmayı beklemese neler olurdu?” Teori ile el emeğini birleştirebilmek kolay bir iş değil. Ellerimizin neler yaptığına ve gelecekte neler yapabileceğine eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmak zorundayız.

Yukarı