Röportaj ve fotoğraflar: Elif Kahveci

Fotoğrafların tamamına buradan erişebilirsiniz.

Mimar, Bilgi Üniversitesi’nde yarı zamanlı öğretim görevlisi ve çiçeği burnunda seramik sanatçısı Mesut Öztürk’ün atölye-evine konuk olduk.

Aldığın mimarlık eğitimi ve bu konudaki deneyimlerin seramiğe yaklaşımını nasıl etkiledi?

Mimarlık eğitimi aslında bir uygulamalı meslek eğitimden çok geniş anlamda yaratıcılığı geliştiren bir süreç, en azından ideal olarak öyle olması gerektiğini düşünüyorum. Mimarlık mezunlarının en az yarısının pratik olarak mimarlık yapmaması da bunu doğruluyor. Tabii ki bu yaratıcılık eğitimi işlevsellik üzerine düşünmekle de ilişkili. Örneğin seramikle uğraşmaya başladığımda, işlevi olmayan, kategorik olarak sanata daha yakın objeler yapmak beni ürküttü. Üzerinde düşünce geliştirebilmek için işlevsel bir “şey” bulup onun en iyisini yapmaya ve sınırlarını aşmaya çalışmalıydım. Ürettiğim “şeyler” daha çok vazoyu andırsa da ben onları işlevsel olduğu izlenimi uyandıran, ama işlevi hemen kavranmayan ve hayal gücüne alan tanıyan objeler gibi görüyorum, zaten tasarlamaya/yapmaya başlarken de vazo yapmak üzere başlamıyorum. Mimarlık eğitimimin bana form üzerine düşünme alışkanlığı ve bir tasarlama disiplini kattığını düşünüyorum. Seramikle tanışmamdan Halka serisini üretmeme kadar geçen sürede mimarlık disiplininin araçlarıyla düşündüğüm bir tasarlama süreci geçirdiğimi söyleyebilirim. Ürettiğim objeler birer binaymışçasına plan, kesit, görünüş çizerek çalıştım ve bu binalar bir kampüs oluştursa kütle-cephe kompozisyonunun tutarlı ve uyumlu olmasını istedim.

Seramik yapmaya nasıl başladın? Seramik üretimine dair seni motive eden etkenler ne?

Seramik yapmaya otuz yaş krizimi tetikleyen birkaç olayla başladım diyebilirim. Çocukluğumdan beri bireysel olarak bir şeyler ürettiğimde mutlu hisseden, içedönük biri olduğumu biliyorum. En huzurlu anlarımı düşündüğümde çocukken tek başıma resim yaptığım, bahçedeki killeri heykelciklere dönüştürdüğüm, Legolarımla robotlar tasarladığım, lisedeyken karikatür çizdiğim, üniversitedeyken gezi blog’u yazdığım ve yüksek lisans tezimi yazdığım bireysel yaratma anları olduğunu görüyorum. Sonra profesyonel iş hayatı, doktora, yarı zamanlı öğretim görevliliği gibi yetişkinlikle özdeşleştirebileceğimiz sorumluluklar yüklenince içedönük yanıma yeterince zaman ayıramadığım bir döneme girdim ve parçası olduğum bu sorumlulukların hiçbiriyle yeterince bağ kuramadım. Doktora için işi bıraktım, daha sonra aslında çok da gönüllü olmadığım doktoradan saçma bir sebeple (Tamamladığım 9 dersten birinden CB almam ve doktorada geçme notunun BB olduğunu bilmemem) atılmam tüm bunları düşünmeme sebep oldu. Biraz yavaşlayıp ne yapmam gerektiğimi sorguladığımda, hem mimarlık pratiğinin hem de akademinin, ne yeterince bireysel ne de yeterince saf yaratıcılığa imkân tanıdığını fark ettim ve yeni bir arayışa girdim. İki yıl önce gezdiğim retrospektif Füreya [Koral] sergisinden beri aklımda olan seramik ideal cevap gibiydi. Kadim uygarlıklardan günümüze kadar neredeyse aynı yöntemlerle yapılabilmesi ve her çağda yaratıcılığa imkân sağlamasının gizemi, toprak ve sudan oluşmasının şiirselliği, özellikle karo, duvar panosu biçimleriyle mimarlıkla olan ilişkisi ve kaybettiğimi düşündüğüm yaratma ihtiyacımı karşılayabilmesi temel motivasyonlarım oldu.

Zanaat ve sanat arasındaki farkı nasıl değerlendiriyorsun? “El emeği” senin için ne anlama geliyor?

Günümüzde gerçek anlamda zanaat neredeyse kalmadı. Eski kilise ressamlarını veya Roma’da sipariş üzerine heykel yapan kişileri “sanat” zanaatkârları olarak düşündüğümüzde, geleneksel zanaat faaliyetlerinin sanatla ilgili olanları modern dönemde büyük harfle Sanat’a evrildi, geri kalanlarıysa seri üretimin içinde eridi.

Zaten sanki benim yapmak istediğim de bu biraz romantikleştirdiğim geleneksel zanaat modeline öykünmek. Bu yüzden kalıp ya da 3 boyutlu baskı gibi seri üretimi sağlayacak yöntemleri kullanmıyorum. Sanırım her şeyin seri üretim olmasından sadece ben sıkılmadım, kullandığımız her şeyin hikâyesiz ve ruhsuz olması bizi mutsuz ediyor. Tabii ki bu durum çağımızın hızlı ve tüketime dayalı yaşam biçimiyle çok uyumlu. Hikâyesi olan, el emeği ile yavaş yavaş üretilmiş objeler yapmak aslında bu yaşam biçimine naif bir başkaldırı.

Tasarımlarını yaparken nereden ilham alıyorsun?

Gittiğim şehirlerde arkeoloji müzelerine girmeyi çok severim. Hem Avrupa başkentlerinin büyük müzelerine hem de küçük Anadolu kasabalarının eskimiş, yalnız arkeoloji müzelerine. Bu müzelerde çeşitli Akdeniz ve Mezopotamya medeniyetlerinin seramik çanak çömleklerini görürsünüz. Yukarıda kendi işlerimi tarif ederken söylediklerimi tekrarlayacağım: Bu seramiklerin işlevsel olduklarını bilirsiniz, ama işlevinin ne olduğuna hemen karar veremezsiniz, bir şarap testisi de olabilir yağdanlık da. Ya da günümüzde bilmediğimiz, o medeniyete özgü bir kullanımı olabilir. İşlevini anladığınızda ise ustanın o işlevi neden böyle bir formda ürettiğine kafa yorarsınız. Dört tane kulpa gerek var mıydı? Testinin ortası niye boşluk? Bu bir surata mı benziyor? Belli ki usta basitçe işlevi en iyi yerine getirecek aracı tasarlamıyor, yapmaktan zevk aldığı formları yapıyor. Böyle bir gözle baktığınızda seramik çanak çömleğin de bir ifade, dışavurum aracı olarak kullanılabileceğini anlıyorsunuz. Temel ilhamım tüm bu kadim medeniyetlerin çanak çömlekleri diyebilirim. Birçok farklı medeniyette benzer şekilde tekrar eden bazı formları yeniden yorumlayıp belirli bir tasarım diline dönüştürmeye çalışıyorum. Bu tasarım dilinin gramerinin çeşitlemeye açık olmasını ve yeni üretimlere olanak sağlamasını önemsiyorum.

Yüksek lisans bitirme tezini enformel siyasi ağların gecekondu üretim biçimlerine etkileri üzerine yaptın ve örnek olarak Güzeltepe – Çayan Mahallesi’ni seçtin. Bunu seçmenin nedenleri ve tezin hakkında konuşmak ister misin? Sence Çayan Mahallesi gibi oluşumlar erken dönem “kendin yap kentleşmesi” (DIY urbanism) modeline örnek olabilir mi?

Gecekondular bana pek çok bakımdan çok ilginç geliyor. Birincisi dünyadaki gecekondu stokunun resmi yollarla üretilmiş konutlardan fazla olduğu gerçeğiyle yeterince yüzleşilmediğini düşünüyorum. Batıda gecekondu olmadığı için batı merkezli bakışın gecekonduyu önemsememesini anlayabilirim, ama Türkiye’de mimarlık ve kentleşme bağlamlarında gecekondunun çok iyi anlaşılması gerekiyor. Dünyada gecekondunun neden ve ne zaman ortaya çıktığını, Türkiye’nin bu sürece nasıl dahil olduğunu anladığınızda, karşınıza sosyolojik, ekonomik ve politik olarak bütüncül ve anlamlı bir resim çıkıyor. İkincisi, sosyal boyutlarını bir kenara bırakırsak, gecekondular kentleşme ve mimarlık pratikleri bakımından da çok öğretici. Gecekondu alanlarının, şehir plancıları tarafından planlanan alanlardan daha yaşanılası fiziksel çevreler üretebildiği durumlar olduğunu, gecekonduların kullanıcıların ihtiyaçlarına mimarların tasarladığı toplu konutlardan daha iyi cevap verdiğini gördüğünüzde mimar ve plancının karizmaları bir anda çizilebiliyor. Zaten yüzyıl ortasında gecekonduların ortaya çıkmasıyla modernist ve pozitivist paradigmanın çökmeye başlaması çok paralel. Aslında gecekondular son yıllarda çokça tartışılan katılımcı planlamanın ilkel ve kendiliğinden ortaya çıkmış örnekleri. Tezimde çalıştığım konu da bununla bağdaşıyor. Yakın geçmişte bir sol örgütün planlayarak kolektif olarak inşa ettiği gecekonduların bedelsiz dağıtılması diye özetlenebilecek bir pratiği ortaya çıkarmaya çalıştım.

Mimarlık pratiğini seramikle birleştirmekle ilgili fikirlerin var mı?

Henüz Halka serisinin tüm potansiyellerini kullanmadığımı düşünüyorum, o yüzden pratiğimi bir süre daha bu seri belirleyecek, ama bir noktada mekâna özgü enstalasyonlar, duvar panoları ve karo serisi yapmak istiyorum. Bir dönem apartman cephelerine veya devlet dairelerine çokça yapılan duvar panolarının çağdaş versiyonlarını düşünüyorum.

Aynı zamanda Bilgi Üniversitesi mimarlık fakültesinde eğitim veriyorsun. Eğitim vermek kendi pratiğine nasıl yansıyor?

Evet, bu dönem 2. sınıflara verilen “Mimari Tasarım Stüdyosu” ve “Mimari Çizim” derslerine giriyorum, önümüzdeki dönem bir de seramik ve tasarımı kesiştiren bir seçmeli ders açmayı düşünüyorum.

Dört dönemdir tasarım stüdyosuna girmek ve haftada iki kez 12 farklı projeye yorum vermeye çalışmak zihni tasarım kararları alma konusunda eğitiyor ve hızlandırıyor. Ders verme alışkanlığım ayrıca seramik atölyeleri düzenlemek konusunda da cesaretlendirdi. Şu an on tane öğrencim var ve her hafta stüdyomda seramik yapıyoruz.

Paris’teki 1000 VASES fuarına katılmanı ve Simon Porte Jacquemus’nün fuarda sergilediğin koleksiyonunu alma hikâyesini senden dinleyebilir miyiz?

1000 VASES Instagram’da takip ettiğim seramikle ilgili yüzlerce sayfadan biriydi. Sergi olduğunu bile bilmiyordum, şans eseri bu hesabın bir sergi/fuar olduğunu anladım ve hemen bir e-posta gönderdim. Aynı günün akşamı kabul edildiğimi bildiren bir cevap aldım.

Süre çok kısıtlıydı ve elimde az sayıda vazo vardı, stresli bir üretim süreci sonunda uçağa bir gün kala işler fırından sapasağlam çıktı. Kabin bagajına vazoları doldurup, bez çantama da iki parça giysi koyup Paris’e uçtum. Orada yaşayan yakın bir arkadaşım var, aslında bu sergiyi biraz da onu görmek için bir bahane olarak düşünüyordum. Belki o olmasa bu kadar peşine düşmezdim bile. Kendisi bir süredir beni Jacquemus’ye benzettiğini söylüyordu, aramızda süregelen böyle bir espri vardı. Serginin açılış kokteylinde tüm eserlerimin Jacquemus tarafından alındığını öğrenmemiz bu bakımdan da şaşırtıcı oldu. İlk şaşkınlığı atıp kendisiyle tanışmaya ve teşekkür etmeye gittim. Yeni açacağı Oursin adlı restorana şık objeler bakmaya geldiğini, benim işlerimi çok sevdiğini, o yüzden restorana mı koyacağına yoksa kendisine mi saklayacağına karar veremediğini söyledi. Sonradan restorana koymaya karar verdiler. Hatta elimde daha fazla olup olmadığını sordular, ama ne yazık ki yoktu. Bir tanesini de kırmışlar, beş tane satmıştım, şu an restoranda dört tane var.

Üzerinde çalışmaya başladığın, gelecekte görebileceğimiz seramik işlerin var mı?

Olgunlaşmamış birçok fikir var aslında. Osmanlı ve Selçuklu’nun geometrik desenlerini yeniden yorumladığım bir karo serisi düşünüyorum, hatta birkaç prototip ürettim bile. Böyle söyleyince akla ayağa düşmüş nargile kafe desenleri geliyor, ama öyle değil.

Gecekondu bölgelerinin kent dokularından üretilmiş duvar panoları yapmak istiyorum, onlar da henüz eskiz hâlinde.

Yukarıda çok fazla bireysellik vurgusu yapmış olsam da çeşitli işbirlikleri düşünüyorum, örneğin bir doku tasarımcısıyla işbirliği yapıp ondan Halka’ların üzerine bir desen işlemesini isteyebilirim. Mimari seramik firmalarıyla işbirlikleri de olabilir.

Yukarı