Röportaj ve fotoğraflar: Elif Kahveci

Fotoğrafların tamamına buradan erişebilirsiniz.

Ece Gözen, okul bitirme projesi Illusional Harmony koleksiyonuyla MUUSE x VOGUE Talents yarışmasını kazanmış, genç yaşta kendini kanıtlamış bir moda tasarımcısıydı. Ardından kazandığı bir başka ödül neticesinde davet edildiği Londra’da farklı bir alana yöneldi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde sürdürdüğü yüksek lisansı süresince yaptığı araştırmalar aracılığıyla kendini bambaşka planlar içinde buldu. Materyal araştırmacısı ve biyotasarımcı Ece’yle, yeni yolunda edindiği bilgiler ve biyomateryaller üzerine konuştuk.

2012 yılında henüz öğrenciyken yılın en vizyoner tasarımcısı seçildiğin MUUSE x VOGUE Talents yarışmasından başlayarak tasarımcılık kariyerini kısaca senden dinleyebilir miyiz?

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde tekstil ve moda tasarımı okudum, bitirme projemi de kişisel web sitemde yayınlamıştım. Projem internet ortamında bir şekilde yayılarak bazı sitelerde tanıtıldı. Vogue İtalya’nın editörlerinden Sara Maino ve Franca Sozzani projemi görüp beni yarışmaya davet ettiler. Bir gün içinde projemi sunuma hazırlayıp yarışmaya başvurdum. Aralık 2012’de kazandığımı öğrendim.

Okula girdiğimden beri çalıştığım Hakan Yıldırım markasından ayrıldıktan sonra 2013’te kendi markam olan Ece Gözen’i kurdum. Hemen ardından Fashion Incube projesine seçilen tasarımcılardan biri oldum. Sonrasında Fabrika markasıyla Ece Gözen for Fabrika işbirliğini gerçekleştirdim. 2016’da CFE London’ın YOTA programına seçildim. Program süresince Mary Katrantzou, Marios Schwab gibi çok başarılı tasarımcılara mentorluk eden kişilerle çalışma fırsatım oldu. 2016’nın sonunda Türkiye’ye geri döndüğümde marka yenileme sürecine girdim ve markamı Gozen Institute adını verdiğim çok daha geniş bir platforma taşıdım.

Tasarımlarını iki yıldan uzun süredir podyumlarda göremiyoruz. Çalışmalarına laboratuvarlarda devam ettiğini duyduk. Bize kulislerden laboratuvarlara uzanan hikâyen hakkında ne anlatmak istersin?

CFE London’daki mentorlarım bana tasarımlarımdaki felsefeyi oluşturan altyapıyı çok değerli bulduklarını söyleyerek bunu daha da genişletmem konusunda beni teşvik ettiler. Bu yaklaşım bana tasarımcı kimliğimi ortaya koyarken kendi özümle ne kadar bağ kurabildiğimi sorgulattı. Bilim üzerinde okumayı ve bu konuda araştırmalar yapmayı seviyor, ilhamımı evren, bilim ve doğadan alıyordum. Markam hakkında tekrar düşünmeye başladım.

Bir proje üzerinde çalışırken yaptığım araştırmalar koleksiyon hazırlama sürecinden çok daha fazla zaman alıyordu. Bütün bu yaratım sürecinden sonra yaptığım araştırmaları ve ürettiğim fikirleri bir tekstil ürününe indirgemek fikri bana gittikçe uzak gelmeye başladı. Gozen Institute fikri böyle oluştu. Modanın parlak ve gösterişli dünyasına tanık olduktan sonra bir anda kafa yapım çok değişti. Arayışımın yolunun bilimden, sanattan ve tasarımdan geçtiğini, ancak modayla aslında hiçbir zaman barışık olmadığımı fark ettim. Evrende her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu düşündüğüm için ‘We are all connected’ (hepimiz birbirimize bağlıyız) mottosuyla Gozen Institute çevresinde gerçekleştirmek istediğim araştırmalarımı düşünüyordum. Londra’dan bu hayallerle döndüm.

Döndüğüm sene [2016] kurmak istediğim enstitü için yer bakmaya başladım. Ancak ülkenin içinde bulunduğu durum sebebiyle her şey belirsizdi ve hızla değişiyordu. Böylece yer arayışımı erteledim. Şimdi dönüp baktığımda iyi ki bir yer tutmamışım diyorum. İstanbul Moda Akademisi’nden gelen eğitmenlik teklifiyle bilgi aktarma konusunda bir şeyler yapmak istediğimi anladım. Mimar Sinan Üniversitesi’nde yüksek lisans yapmaya başladım. Sürdürülebilir moda üzerine çalışmaya başlayınca yaptığım araştırmalar sonucu moda endüstrisinin çevreye verdiği zarar hakkında daha derinlemesine bilgi sahibi oldum. Öğrendikçe modadan soğudum. Modaya karşı çok tepkili bir dönemim olsa da sisteme körü körüne karşı gelmenin de yapıcı olmadığını düşündüm. Buckminster Fuller’in "Mevcut gerçeklikle kavga ederek bir şeyi değiştiremezsiniz. Bir şeyleri değiştirmek için eski modeli köhneleştirecek yeni bir model yaratmanız gerekir," sözü hep aklımdaydı. Böylece bir çözüm olarak biyomateryaller üzerinde çalışmaya başladım.

Sürdürülebilir moda için biyomateryallerin önemi nedir? Sen bu konuda ne tür çalışmalar yürütüyorsun?

Araştırmalarım sadece moda alanında kullanıma yönelik değil, sürdürülebilir üretim modelleri ve doğa dostu biyomateryallerin her alanda kullanımını amaçlıyor. Öncelikli amacım bu materyallerin kullanım alanını genişletmek ve insanları bu konu hakkında bilinçlendirmek.

Biyo-deri ve biyoplastik üzerine çalışıyorum. Biyo-deri, hayvanları öldürmeden, çevreye zararlı işlemlere tabi tutulmadan, doğada yüzde yüz çözünen bir materyal. Yetiştirdiğim bakterileri belirli işlemlerden geçirip bu materyalleri elde ediyorum.

Tekstil endüstrisi için konuşursak organik pamuk üretiminde bile kullanılan kimyasallar ve harcanan su miktarı çevreye büyük zarar veriyor. Biyomateryallerin üretim süreci çevreye zararsız olduğu gibi doğada çözünme süresi çok kısa ve hızlı. Üretim süreci hayvan derisine kıyasla daha hızlı ve temiz, ayrıca su tüketimi de karşılaştırılamayacak kadar az. Bir tasarımcının çevreye ve insanlara karşı da bir sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Nakota, Lakota ve Dakota kabilelerinin seçilmiş kişisi Şef Arvol’un da söylediği gibi “Doğa yaşamın kökenidir, kaynağı değil.” Hepimiz bu bilinci kendi yaşantımız ve mesleklerimize yansıtırsak, belki de bu zamana kadar doğa anadan hunharca aldığımız şeyleri geri verebilme şansımız olur.

Gozen Institute nasıl bir oluşum? Bu konudaki çalışmalarını ve ileriye dönük planlarını senden dinlemek isteriz.

Gozen Institute’u Raffaello’nun Atina Okulu tablosu gibi hayal ediyorum. Sanat, tasarım ve bilimin bir araya gelip felsefe gibi farklı disiplinlerle buluştuğu, evrene bütüncül bakış açısıyla yaklaşan bir oluşum. Yaptığım araştırmalar sonucu edindiğim bilgileri ve evreni anlamak konusunda kurduğum bağlantıları, tasarım, sanat ve bilimi kullanarak insanlara aktarmak konusunda büyük bir heyecan duyuyorum.

Evimin bir odasını eşimin de teşvikiyle Gozen Institute’un ilk mekânı olarak kurguladım. Biyomateryal denemelerimi ve araştırmalarımı da laboratuvarlardan fırsat buldukça orada yapıyorum. Orası benim için bütün araştırmalarımı somut olarak kaydedebildiğim bir not defteri gibi.

Mottom ‘Everything is connected’, yani her şey birbiriyle bağlantılıdır. Bu bağlantıları ve evrenin dilini daha iyi algılayabileceğimiz bir yer düşlüyorum. Bu dünyanın mensubu insanlar olarak doğayla bağımızı yeniden hatırlamak ve güçlendirmek bu noktada önem kazanıyor. Mesela bakterilerden elde ettiğimiz materyalleri tanıtırken insanların bu organizmalarla aralarına koydukları mesafeyi tekrar gözden geçirmelerini, onların da doğadaki diğer canlılar gibi mükemmel olduklarını anlamalarını diliyorum. Sadece bağırsağımızdaki bakterilerin sayısı dev galaksilerdeki yıldız sayısından çok daha fazla. İnsanoğlu olarak hiçbir tasarımı yoktan var etmedik. Yaptığımız her tasarımda biyotaklit ve doğa var. Bunu anlamamızı önemli buluyorum. Biz evlerimizi yapmadan önce karıncalar kendi evlerini inşa ediyordu, parfüm çiçeklerde vardı. İnsanların artık doğa üzerindeki tahakkümü bırakıp, her şeyi ben yarattım egosundan kurtulmasını gerekli görüyorum.

Biraz da İMA’daki eğitmenlik sürecinden bahsedebilir misin? Öğrencilerinle yaptığın bir proje Contemporary Istanbul’da sergilendi.

İMA’da öğrencilerle çok güzel bir bağ kurduk. Gozen Institute’un amacı olan tasarım, sanat ve bilimi bir araya getiren bütüncül eğitim yaklaşımını onlarla paylaşınca benim kadar heyecanlandıklarını gördüm.

Geçen sene likenler üzerine araştırma yaparken Marmara Üniversitesi’nde Prof. Gülşah Çobanoğlu’na ulaştım. Kendisi likenler konusunda kapsamlı araştırmalar yapan bir biyolog. Likenler, kara yosunları ve mantarların bir araya gelerek oluşturduğu simbiyotik bir tür. Biz de tasarım ve biyoloji öğrencilerinin ortak çalışmasıyla likenleri onurlandıracak bir eser ürettik. İMA’daki öğrencilerimle birlikte Marmara Üniversitesi’ne gidip liken herbaryumlarını gördük. Mikroskopta incelediğimiz likenlerin formlarını fiber art tekniğini kullanarak tekrar oluşturduk. Likenden alınan ufak örneği bir tarafta, eseri diğer tarafta sergiledik. Böylece ortaya mikro ve makro kozmos arasındaki bağlantıyı izleyiciye hissettiren bir iş çıktı. Eserimiz Contemporary Istanbul’da sergilenirken sanat dünyasından birçok insanın ilgisini çekti. Bilim ve tasarımı bir araya getirerek oluşturduğumuz dille anlattığımız likenleri insanlara tanıtmış ve hak ettikleri değeri onlara iade etmiş olduk.

Bu sıralar neler yapıyorsun?

Bu sıralar biyomateryallerle ilgili araştırmalarımı ve deneylerimi sürdürürken Gozen Institute çatısı altında sürdürmek istediğim eğitim programları serisi üzerine çalışıyorum. Daha önceden Koç Üniversitesi’yle yaptığım seminerlerin ve eğitim kurumları ile yaptığım işbirliklerinin devamını getirmek istiyorum. Seminer ve atölyelerden oluşacak bu programlarla insanları çevreye, biyomateryal ve organizmalara dair bilinçlendirmeyi, sürdürülebilir üretimler için fikir sahibi olmaları konusunda yönlendirmeyi istiyor, onlarla birlikte mükemmel bir tasarım olan evrenin dilini anlayabileceğimizi umuyorum.

Sana ilham veren ve çalışmalarına katkısı olduğunu düşündüğün bir kitap, bir film bir de şarkı ismi alabilir miyiz?

Kitap: Holografik Evren – Michael Talbot 

Film: Carl Sagan’ın romanından uyarlanan Mesaj (Robert Zemeckis, 1997) 

Şarkı: “On The Nature Of Daylight” – Max Richter

Yukarı