Röportaj: Berk İlhan
1 Mart 2020 günü, çok soğuk olmayan, ama yine de soğuk sayılabilecek bir Pazar sabahı New York’ta Feyza Köksal Kemahlıoğlu’yla buluştuk. Feyza, bize biraz kendinden bahseder misin?
Tabii. İstanbul’da doğdum ve büyüdüm. Koç Lisesi’nde okudum. Küçüklüğümden beri resim, heykel ve sanatla ilgileniyorum. Annem ve anneannemin sanat galerisi vardı, o yüzden hep sanatla iç içe büyüdüm.
2007’de Carnegie Mellon Üniversitesi’ne mimarlık okumaya geldim. Sonra da New York’a taşındım ve bir mimarlık ofisinde çalışmaya başladım. Bir yıl çalıştıktan sonra Columbia’da Kent Tasarımı üzerine yüksek lisans yaptım. O bittikten sonra bir başka mimarlık ofisinde bir yıl daha çalıştım. Vizeyle ilgili sorunlardan dolayı işi bırakmak zorunda kaldım.
O sırada Türkiye’ye dönüp dönmemeyi düşünüyordum, ama bir yandan da hep kendi işimi kurmak istiyordum. New York’ta kalmak istediğimi ve kendi işimi burada yapmak istediğimi fark ettim. 2015’te FEYZ Studio’yu kurdum. Mimarlık yerine daha küçük ürünlere, aydınlatma, mobilya ve ev dekoruna odaklanan bir şirket oldu. Beş senedir bu işi büyütüyorum.

Önceden tanışmıyorduk, ama seni sosyal medyadan takip ediyordum. Tasarımlarının hem özgün hem de eğlenceli ve şık olmaları ilgimi çekiyordu, gerçekten mutluluk veren tasarımlar olduklarını düşünüyorum. Ayrıca üretkenliğin belli ve sanırım yaptığın işi sevmenin verdiği, sosyal medyadan dahi yansıyan bir enerjin var. O yüzden seninle tasarımcı olarak tanışmayı da çok istiyordum, bu sohbet çok hoş oldu.
Bir şeyleri ellerimle ürettiğimi görmek beni çok mutlu ediyor. Küçüklüğümden beri böyleydim. Kendim bir şeyler yapmayı, farklı malzemelerle bir şey ortaya çıkarmayı çok seviyordum. Hayatımın belirli dönemlerinde bundan biraz uzak kaldım. Şimdi buna odaklanarak çalışmak çok hoşuma gidiyor. Eğleniyorum, yaptığım tasarımlar insanları mutlu etsin istiyorum.
Özellikle kesik vazo tasarımlarından birinin, içinde dondurma olan bir görseli vardı. Onu görünce keşke benim evimde de içinden sürekli dondurma akan bir vazo olsa, dedim.
100 kilo olursun herhalde o zaman. (gülüşmeler)
Ben o vazoları zaten şeker gibi görüyorum, hepsi birer şeker tanesi gibi. Hepsinin verdiği his de farklı diye düşünüyorum. Mesela mavi olan bana Ege Denizi’ni hatırlatıyor. Güneş çarptığında deniz sanki simli gibi durur ya. Bütün yıl yazın Bodrum’a gitmenin hayaliyle yaşadığım için direkt onu hatırlatıyor. Mesela kehribar rengi de ateşi çağrıştırıyor.
Düşürdükleri gölgeler de çok güzel.
Aslında hareket ettirildiklerinde ve içlerine ışık tutulduğunda farklı dalgalanmaları olduğu için bunları ilk başta aydınlatma elemanı olarak yapmak istemiştim. Bu da enstalasyon olarak iyi olabilir, ama evde pek de yeri yok gibi. Bu yüzden vazoya çevirdim. Şu anda da Bergdorf’ta satılıyor.
Bergdorf Goodman Amerika’nın en lüks, en şık mağazalarından biri. Bir tasarımcı olarak girebilmek çok büyük bir başarı, o yüzden tebrikler. Oradaki satışlar ve onlarla ilişkin nasıl gidiyor?
Teşekkür ederim. Onlarla çalışmayı çok seviyorum. Şu an aklımda bazı yeni ürünler var, henüz tasarım aşamasındayken onlara gösterip geribildirim alıyorum. Aramızda güzel bir işbirliği oluştu. Örneğin ilkbahar koleksiyonları için akıllarında belirli fikirler, bazı renkler var. Onların dediklerinden yola çıkıp aynalı vazo tasarımları yapacağım. Böylelikle ev ürünleri kataloğumu da biraz geliştirmeye ve büyütmeye çalışıyorum. Hem yeni ürünler yaratmanın hem de daha kapsayıcı bir koleksiyon ortaya koymanın yollarını arıyorum.
Bu ay içinde Neiman Marcus’a da gireceğim. Bu da çok güzel olacak çünkü ürünlerimin Amerika genelinde satılacağı anlamına geliyor. Beş yıllık kariyerimde güzel ve büyük bir adım oldu, gerçekten geliştiğimi fark ettim.
Şirketim aslında iki farklı yönde gelişiyor. Biri konuştuğumuz vazolar, büyük mağazalarda ev dekor ürünü olarak satılıyor. Aynı zamanda mimarlarla çalıştığım birçok proje var, genellikle aydınlatma ve mobilya üzerine.
Şirketi ilk kurduğumda fuarlara katılıyordum. Orada birçok iç mimarla tanıştım ve onlara özel ürün yaparak başladım. Lean Light diye bir ürünüm vardı, duvara yaslanan cam bir lamba. İstanbul’da en sevdiğim yerlerden biri olan Yerebatan Sarnıcı’ndan ilham almıştım. Oradaki her kolon birbirinden farklı. Bazıları sudan yıpranmış, bir tanesinde Medusa’nın kafası var, ya da gözler var. Günümüzde biraz fazla turistik hâle geldiyse de beni büyüleyen bir yer. Bu lambanın üretimi sırasında her camın üzerine, cam henüz sıcakken altın koyuyorum, altın hepsine farklı bir harita oluşturuyor. O anda resim yapıyormuş gibi şekillendiriyorum. Yani burada mimari bir unsurdan ilham aldım. Bu sayede mimarlar bana güvenmeye başladı, onlara avize ya da aplik de tasarlamamı istemeye başladılar. Bana özel proje getirmeleri çok hoşuma gidiyor, çünkü her seferinde yeni bir müşteriye yeni bir tasarım yapıyorum. Bu biraz zorlayıcı, ama portfolyomu geliştirmeme yardımcı oluyor. Ayrıca kariyerinin başında sürekli aynı şeyleri yapmak çok sıkıcı, beni ondan kurtarıyor.
Geçen yıl Philadelphia merkezli Waxler Gallery bana ulaştı ve beni temsil etmek istediğini söyledi. Benim de o sırada lületaşı lamba koleksiyonu yapma fikrim vardı, ama henüz üretimine başlamamıştım. Onlara ürünlerimi gösterdim, fikrimi anlattığımda çok hoşlarına gitti. Elimde Kapalıçarşı’dan aldığım bir lületaşı parçasından başka hiçbir şey yoktu. Çok değişik bir malzeme olduğunu düşündüler, gerçekten de çok eski ve zengin bir malzeme. Kasım’da Salon Art + Design’a katılacaklarını söylediler, benden de bir koleksiyon tasarlamamı istediler. Elimde hiçbir şey yokken bana güvendiler. Ben de harıl harıl çalışmaya başladım ve Pillars of Meerschaum adlı lületaşı lamba koleksiyonunu ortaya çıkardım.
Bu harıl harıl çalışma nasıl oluyor? Bize biraz çalışma pratiklerini anlatabilir misin?
Önce bir hikâye yazarak başlıyorum, ilk olarak onun kafamda oturması gerekiyor. Nereden ilham aldığımı, nasıl bir sunumu olacağını düşünme süreci yazıyla başlıyor. Sonra da çizime başlıyorum. Zaten çizerek büyüdüğüm için kendimi en rahat resim aracılığıyla ifade ediyorum. Üniversitede suluboya ve kolaj yapıyordum, sonra o resim de kolaja dönüyor. En son aşama da cam atölyesine gitmek ve denemelere başlamak.
Örneğin lületaşının belirli bir boyutu var, belirli limitleri var, bunlar da biraz tasarımı belirliyor. Yerin altından elin kadar bir parça çıkıyor. Lületaşlarını birbirine geçen bilezikler gibi düşündüm, böylelikle onu uzattım. Ayrıca delikler açarak içinden LED ışık geçirdim. Üzerinde desenler olan o uzun, bembeyaz parçalar bir bambu ormanı havası yarattı. O sıralar Japonya’ya gitmiştim, o uçsuz bucaksız bambuların arasından geçmek düşüncesi beni çok etkilemişti.
İlk serginin ardından ürünlerimi müşterilerin taleplerine göre uyarlamaya başladım. Hep aynı şeyi yapmıyorum, her seferinde farklı eklemeler, çıkarmalar söz konusu oluyor. Ürün tasarımından çok sanat eseri, heykel yaratıyormuş gibi bakıyorum.
Paola Antonelli, SVA’de (School of Visual Arts – Görsel Sanatlar Okulu) verdiği Tasarım Tarihi dersinde bize tasarımla sanatın nasıl ayrılabileceğine dair bir soru sormuştu. Kendimizce verdiğimiz cevapları da pek beğenmiyor gibiydi. Sonunda ayırmanın pek de kolay olmadığını düşündüğünü anladık, gerçekten o kadar iç içeler ki. Senin işlerinin de bir ayağı sanatta, bir ayağı tasarımda.
Kesinlikle ayıramıyorum. Belki ürün tasarımı okusaydım daha farklı yaklaşırdım, ama aydınlatma olması da sanatsal bir yaklaşım geliştirmemi sağlıyor. Aydınlatma aynı zamanda asılacak bir şey, odanın aksesuarı, takısı gibi.
Kişisel bir dokunuş istiyor insanlar, tasarımcının dünyasını görmek istiyor.
Tamamıyla el yapımı olması da bunu etkiliyor. Ben metalleri de artık özel parçalar gibi tasarlamaya çalışıyorum. En küçük ayrıntısına kadar tasarlayınca ortaya çok orijinal bir şey çıkıyor, hiçbir şey fabrikasyon değil.
Atölyen nerede?
Ağırlıklı olarak Brooklyn’deki UrbanGlass’ta çalışıyorum. Çok genç çalışanları var, çoğu da üniversitede cam okumuş ve çok yetenekli, bir yandan kendi işlerini de yapıyorlar. O yüzden orada çalışmayı çok seviyorum.
Mesela şu anki asistanımla beş yıldır birlikte çalışıyorum. Beni hep daha da ileriye taşıyor. Sonuçta ben cam sanatçısı değilim. Onun bilgisinden, onunla beraber yaptığımız deneylerden ve bana anlattıklarından çok şey öğreniyorum. Bu böyledir deyip geçmeyen ve gelişmenin, geliştirmenin yollarını arayan insanlarla işbirliği yapmak çok heyecan verici.

Peki, Türkiye’de sana ilham veren ya da hoşuna giden mağazalar ve markalar hangileri?
Türkiye’ye her gittiğimde annemle eski İstanbul’u gezme ritüelimiz var. Örneğin Kapalıçarşı’da belirli yerlerimiz var, Mavi Köşe adlı takı dükkânı onlardan biri, en sevdiğim yerlerden. Sahibi her gittiğimde herkese göstermediği parçalar çıkarır ve hikâyelerini anlatır.
Sanayi313’ü ve yaptıkları ürünleri seviyorum, çok farklı geliyor. Ahmet Güneştekin’in yaptıklarını beğeniyorum, 3 boyutlu çalıştığı için Bubi’yi seviyorum.
Türkiye’deki yeni dükkânları pek bilmiyorum sanırım, New York’u biraz anlatabilirim. Burada beni temsil eden Waxler Gallery gibi pek çok tasarım galerisi var. Sanat galerileri çok olsa da mobilya ve aydınlatma alanları için galeri konsepti yeni. New York’ta da Future Perfect ve Friedman Benda gibi çok güzel galeriler var. O galerilerdeki tasarımcıların işleri genelde Design Miami/’de sergileniyor, benim de en büyük isteğim burada yer almak.
Sosyal medya da farklı tasarımcıları keşfetmek için çok iyi bir alan. En çok yeni işe Instagram’da rastlıyoruz, hayatımın çoğu orada geçiyor diyebilirim.