Tuğçe Karataş
4. İstanbul Tasarım Bienali’nin katılımcıları açıklandıktan hemen sonra, saha gezisi için İstanbul’da bulunan bienal katılımcılarından Ottonie von Roeder ile araştırma deneyimlerini konuşmak için buluştum. İstanbul’a gerçekleştirdiği ilk seyahatinden oldukça etkilenmiş görünen Alman tasarımcı, aynı zamanda farklı bir coğrafyada makineleşmenin hayatımıza etkisini, işgücünün etrafında kurguladığı eğlenceli senaryoyla sorgulamaya devam ediyordu. Ottonie von Roeder, makineleşmeyi bir tehdit olarak algılamak yerine, onu neden ve nasıl çalıştığımızı sorgulamamızı sağlayan bir araç olarak görmemizi istiyor. Bienalde yer alacak Emek Sonrası Laboratuvarı projesiyle bizi, işlerimizin angarya olan kısımlarını robotlara devrederek yaratıcı potansiyelimizi açığa çıkaracağımız bir dünya hayali kurmaya davet ediyor.
Tuğçe Karataş: Bu sene bienal tasarım eğitimine odaklandığı için öncelikle senin eğitim geçmişinden bahsedelim. Önce Bauhaus Üniversitesi’nde daha sonra da Eindhoven Tasarım Akademisi’nde okudun. Tasarım alanında oldukça önemli bu iki üniversite senin tasarım pratiğini nasıl etkiledi?
Ottonie von Roeder: Hem tasarım pratiğimi hem de kişiliğimi etkilediğini düşünüyorum. Weimar’da araştırma odaklı ve kavramsal çalışmayı öğrendim. Ele aldığım konunun derinlerine inebilmeme olanak veren bir çerçevede oldukça özgür ve zaman sınırlaması olmadan çalışırken genelde eksik kalan kısım tasarım oluyordu. Ve tabii “oyunbazlık”. Belki Alman olmanın verdiği ciddiyet ve kavramsallık, belki de Bauhaus ekolünden dolayı insanlar çalışmalarını çok ciddiye alıyorlardı. Eindhoven’da ise içerikte, çalışma şeklinde ve son ürünün nasıl olacağı konusunda çok daha özgürdüm. Weimar’da Ürün Tasarımı bölümünde okurken hangi konu üzerinde çalışacağımı özgürce seçiyordum, ama çıktısı genellikle fiziksel bir ürün ya da bir şekilde ürünle alakalı olmalıydı. Eindhoven’da ise fiziksel bir ürün beklense bile bunu nasıl kurguladığım konusunda oldukça özgürdüm. Bir dönem yerine 6 haftalık dilimlerle çalışıyorduk. Bu yüzden ayrıntılandırmaya vakit yoktu, ben de içgörülerime güvenmeyi, espri anlayışıyla çalışmayı, oynamayı ve belki de bazı şeyleri çok ciddiye almamayı, ama yine de önemli ya da benim için anlamlı konularla çalışmayı öğrendim.
TK: Peki bu “oyunbazlığı” projelerine nasıl aktarıyorsun? Senin için “oyunbazlık” ne ifade ediyor?
OR: Oyunbazlığın mizahla fazlasıyla ilgili olduğunu söyleyebilirim, eğlenceli olmak pek de kolay değil. Benim için oldukça zor. İyi bir şaka yapmak zordur. Benim için önemli olmasının sebebi ise tasarım alanından insanlarla da, tasarımcı olmayanlarla da ilişki kurmak için oldukça iyi bir yöntem olması. İyi bir şaka sayesinde dile getirmesi çok zor bir konuyla ilgili diyalog başlatabilirsiniz.
TK: Şu anda İstanbul’da bir saha gezisindesin. Araştırma sürecin nasıl gelişiyor? Bu gezinin amacı ne?
OR: İşinizi bırakmanıza yardımcı olacak robotları, makineleri ve yazılımları tasarlayan bir tür ofis üretmeyi hedefliyorum. Bu geçiş döneminde size yardım edecekler. İstanbul Tasarım Bienali için İstanbul’da çalışan biriyle bir robot tasarlayacağız. Şu an işbirliği yapacağım bu kişiyi bulmak için buradayım. Benim için işin, şehirle ve buradaki piyasayla ilgili olması çok önemli. Şu an işbirliği yapacağım kişiyi bulmaya çalışırken bir yandan da bana bu robotu yaparken yardımcı olabilecek tasarımcılar, mühendisler ve yaratıcı kişilerle tanışıyorum.
TK: Makine öğrenmesi gibi dijital teknolojilerin son geldikleri noktayı ele alırsak, sence geleceğin meslekleri tamamen makineleşecek mi? Ya da bunun bir tür geçiş dönemi olduğuna mı inanıyorsun? Kendini gelecek konusunda nasıl konumlandırıyorsun?
OR: Yumuşak bir geçiş dönemi olmasını umuyorum. Benim projemin amaçlarından biri de aslında bu geçişe yardımcı olmak. Bunun çok uzak gelecekte gerçekleşeceğini düşünmüyorum, şu anda hâlihazırda gerçekleşiyor, sadece o kadar da görünür değil. Araştırmalara göre önümüzdeki 30 yılda şu anki mesleklerin %20 ila 50’si makineleşecek. Bunu kabullenmek ve bu değişimden korkmamak önemli. Bu süreci durdurma gibi bir şansımız olduğunu düşünmüyorum, zaten bu pek de mantıklı değil. Bence bunu çalışma ve işle ilgili bağlarımızı tekrar sorgulayacağımız bir fırsat olarak düşünmeliyiz. Vaktimizin daha azını çalışmaya ayırmalı, kalan vaktimizle neler yapabilirdik diye düşünerek insan olmanın ne demek olduğunu sorgulamalıyız.
TK: Daha önce İstanbul’a gelmiş miydin? Bu gezi senin şehirle ilgili algılarını ya da düşüncelerini nasıl değiştirdi?
OR: Daha önce hiç İstanbul’da bulunmamıştım. Bu şehir beni oldukça etkiledi. Tasarımcı olarak ilginç bir gözlemim ise çıktısından çok belli olmasa da hâlâ çok fazla insan gücünün kullanılması. Aydınlatma ürünlerinin yapıldığı Şişhane bölgesine gittik. Benim için her odada aydınlatma ürünlerinin farklı bir parçasının elle yapıldığı görmek çok farklı bir deneyimdi. Ama en son çıkan aydınlatma ürünü endüstriyel üretim görmüş gibiydi. Buradaki zanaat kavramı Almanya’dakinden çok farklı. Almanya’da zanaat ürünleri lüks objeler olarak görülür. El yapımı ürünlerle endüstriyel üretim arasında estetik olarak bir ayrım vardır. Ama Şişhane’de çalışan ustalar çok hızlılar. Ve gözlemlediğim kadarıyla onlar için son ürünün mükemmel gözükmesi daha önemli.
TK: Son olarak bu geziden neler öğrendiğini merak ediyorum. İstanbul sana ne öğretti?
OR: İstanbul çok büyük bir oyun alanı gibi. Her şeyin birbirine çok yakın ve şehrin merkezinde olması mükemmel. Sokaklarda yürürken ihtiyacınız olan her şeyi bulabiliyorsunuz. Çok ilham verici, bir okulun en önemli özelliği de ilham verebilmesi. İstanbul açık bir kütüphane gibi. Almanya’da ilham almak için genellikle müzelere ya da kütüphanelere giderim. Burada ise sadece sokaklarda yürümem yeterli çünkü hepsi birbirinden farklı.